March 29, 2016 | The Washington Post
Erdoğan ya Politikalarını Değiştirmeli ya da İstifa Etmeli
Translation by Merve Tahiroglu, view original article here.
Türkiye, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde gittikçe otoriter ve istikrarsız bir ülkeye dönüştü. Hükûmetin geçtiğimiz ay aralarında ülkenin tirajı en yüksek gazetelerinden birinin de olduğu muhalif medya kurumlarına el koyması, Erdoğan’ın ülkesinin potansiyeline nasıl ihanet ettiğinin yalnızca son örneği.
2003 yılında Erdoğan ve Adalet Kalkınma Partisi (AK Parti) iktidara geldiklerinde Türkiye’nin ekonomisini güçlendirip ülkenin komşularıyla ilişkilerini geliştirdiler. AK Parti, Avrupa Birliği’ne üyelik için ciddi adımlar attı, askerin Türk siyaseti üzerindeki vesayetini sonlandırdı ve ülkenin yıllardır süren Kürt sorununa silahsız çözüm getirebilmenin yollarını aradı.
2012’ye geldiğimizde Erdoğan kendinden emin bir şekilde “parlak bir geleceğimiz var” diyebiliyordu. Neredeyse on yıllık bir siyasi gelişim, ekonomik büyüme ve gittikçe artan uluslararası tasvipten sonra Erdoğan, Cumhuriyet’in yüzüncü yılı olan 2023’e kadar Türkiye’nin “bölgesinde ve dünyada bir Büyük Güç“ olacağının sözünü verebiliyordu.
Bugün Türkiye’nin geleceği çok daha kasvetli görünüyor. Erdoğan ülkesini başarı yerine otoriterliğe, ekonomik gerilemeye ve iç savaşa doğru götürmekte.
Demokrasinin Erdoğan ile birlikte gelişemeyeceği artık açıkça ortada. AK Parti’nin yola çıkarken sözünü verdiği dönüştürücü reformlar yerini temel hak ve özgürlüklerin sistematik ihlaline bırakmış durumda. AK Parti’nin o çok desteklenen orduyu anti-demokratik davranışlarından dolayı hesap verebilir kılma çabaları, sonunda kendi siyasi muhaliflerini suçlu çıkarmak için sahte delillerle dolu, gösteri amaçlı davalardan başka bir şey olmadı.
AK Parti’nin medyaya karşı daha en başlardaki müdahaleleri –mesela 2007’de bir gazeteyi eleştirel köşe yazarlarından birini kovdurtmaya zorlaması ya da 2009’da muhalif medya kurumlarından birine 2,5 milyar dolarlık vergi cezası vermesi gibi– Hükûmetin şu anda gazetecileri hapse atmaktan muhalif medya kurumlarını ele geçirmeye kadar uzanan basını susturmaya yönelik girişimlerinin aslında habercisiydi.
Sivil toplum da Erdoğan’ın eli ağır taktiklerinden kurtulmuş değil. 2013’teki Hükûmet karşıtı Gezi Park protestoları ölümcül bir polis şiddetiyle karşılık bulmuştu.
Türkiye’de son zamanlarda yaşananlar, 20. yüzyıl totaliterliğinin en karanlık dönemlerini ve en korkunç klişelerini anımsatıyor. Erdoğan’ın bir gazeteyi azarlayışından birkaç gün sonra bir AK Parti milletvekilinin başını çektiği bir güruh gazetenin ofisine saldırdı. Aralarında eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de olmak üzere birçok AK Parti üyesinin isimleri partinin İnternet sitesindeki kurucu üyeler listesinden kaldırıldı. 13 yaşında bir çocuk Erdoğan’a hakaretten tutuklandı ve yine Erdoğan’a hakaret ettiği için bir kadın mahkemede kocası tarafından alenen suçlandı. Bunlar binlerce örnekten yalnızca bazıları. Gayrimüslimler dâhil on binlerce öğrenci zorunlu olarak İmam Hatip okullarına gönderildi ya da zorunlu din derslerine yazdırıldı. Erdoğan şimdi Anayasa’yı değiştirip Cumhurbaşkanı olarak yetkilerini iyice güçlendirmeye hazırlanırken, bu tür suiistimaller yakında olağan karşılanacak gibi duruyor.
Otoriter liderler genelde iktidarlarının vatandaşların istikrar ve refahı için olduğunu iddia ederler. Erdoğan’ın politikaları Türkiye’de istikrarı da refahı da vatandaşların ulaşamayacağı bir yere taşımakta. Suriye savaşında aşırı grupları silahlandırıp destekledikten sonra Türkiye şimdi oluşumuna katkı sağladığı terörün tehlikesini deneyimlemekte. İstanbul ve Ankara’da patlayan bombalar şoke edici katliam görüntülerine yol açtı. Buna rağmen Türkiye, Suriye’deki en büyük tehdidin İslam Devleti ya da Nusra Cephesi’nden değil de Kürt gruplardan geldiği konusunda hâlâ ısrar ediyor.
Bu otoriterlik ve istikrarsızlığın sonuçlarını ekonomistleri gittikçe endişelendiren turist sayısındaki ve yabancı yatırımlardaki düşüş bağlamında görebiliyoruz. Türk Lirası 2008 yılında Dolar ile neredeyse aynı değerdeydi. Dolar şu anda Lira’nın üç katı. Ayrıca Türkiye’nin milyonlarca Suriyeli mülteci için harcadığı çabalar her ne kadar hayranlık uyandırsa da, bu yardımların Türk ekonomisine olumsuz etkileri halk tarafından hissedilmiyor değil.
En kötüsü, AK Parti ve PKK arasındaki çözüm sürecinin çöküşü pek çok kişinin artık sona ermek üzere olduğunu umduğu silahlı çatışmayı yeniden başlattı. PKK’nın bir terör örgütü oluşu ve tarih boyunca uyguladığı şiddet göz önünde bulundurulursa örgütün barış için ideal bir ortak olmadığı doğrudur. Fakat vatandaşların yine de barış sürecinin başarısızlığından Hükûmetlerinde de sorumluluk aramaya hakları olmalı.
Türkiye’de asker ve siviller gittikçe kötüleşen bir savaşta can vermeye devam ediyorlar ve Hükûmetin bu savaşı ne durdurmak ne de kazanmak için gerçekçi bir planı var. 17 Şubat’ta Ankara’da TAK tarafından yapılan korkunç bombalı saldırı, ülkeyi 1970 ve 80’lerde kırıp geçiren iç savaşa geri dönülebileceğine işaret ediyor.
Bizler, güçlü, demokratik ve istikrarlı bir Türkiye’nin hem hâlâ mümkün hem de zorunlu olduğuna inanmaya devam ediyoruz. Ama bu, hedeflere bağlı ve onları gerçekleştirmeye kararlı bir Hükûmet gerektiriyor. Eğer Erdoğan hâlâ ülkesine parlak bir gelecek vaat edebilmek istiyorsa, ya politikalarını değiştirmeli ya da istifa etmeli.